Yazarlar

Türkiye 2016’da pozitif ayrışmalı


02 Şubat 2016

Küresel ekonomik sistem, Eylül 2008’den bu yana, son küresel finans krizinin ana ve artçı şoklarıylKerem Alkin (Kopyala)a
uğraşıyor. Ana depremin yıkıcı etkisi sonrası, artçı sarsıntıların sebep olduğu tedirginlik, endişe dünya ekonomisinin önde gelen gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerinin tümünde etkisini korumakta. Tüm uluslararası ekonomi çevreleri, dünya GSYH’sının yüzde 15’ini tek başına oluşturan ABD hane halkının tüketiminin yeterince normalleştiğini ve Amerikan ekonomisinde perakende endüstrisindeki hareketlenmenin yeterli olup olmadığını sorgulamakta. Bu noktada, ABD’de Şükran Günü ile başlayıp, noel  ve yılbaşı ile tamamlanan 5 haftalık ‘alışveriş’ sezonu öncesinde, Paris terör saldırıları ve Brüksel’in abluka altında olması, Işid’in New York’a yönelik tehditleri, dünyanın önde gelen perakende markalarını ve çok katlı mağazaları doğal olarak telaşlandırdı. Çünkü zaten hayli kırılgan olan tüketici güveninin, terör riskiyle yeniden bozulması ve alışverişin yavaşlaması, dünya perakende endüstrisi açısından istenebilecek en son gelişme.

Avrupa başkentlerini ablukası altına alan terör, 2016 yılının da öncelikli gündem maddelerinden birisi olmayı sürdürecek. Özellikle Avrupa ekonomilerinde sebep olabileceği ‘tüketici ve yatırımcı’ güveni sorununa bağlı olarak, Euro Bölgesi’nin büyüme performansını da etkilemesinden endişe duyuluyor. 2016 yılına damgasını vuracak bir diğer konu ise, 2015 yılında olduğu gibi, ABD Merkez Bankası FED’in faiz kararı ile para politikasını normalleştirmede atacağı adımlar ve bu adımların temposunu belirleyecek olan, ABD ekonomisine yönelik makroekonomik göstergeler olacak

Kur savaşı devam edecek

2015 yılına damgasını vuran bir konu, eğer FED toplantıları ve küresel piyasalar açısından stres konusu olan ‘faiz artış kararı’ ise, bir diğer konu başlığı da önde gelen ülkeler, ağırlıklı olarak G20’nin öncelikli ülkeleri arasındaki ‘kirli kur savaşı’ydı. Her G20 Zirvesi’nde ülkeler birbirlerine ‘kur savaşı’na tenezzül edilmemesi hususunda uyarmış olsalar da, fiilen bir ‘kur savaşı’ devam ediyor. 2012 yılında olduğu gibi, Almanya’nın Euro’ya değer kaybettirmek adına, Yunanistan’ı bir kez daha ‘kriz’ amaçlı olarak kullandığının farkındayız. 2012 yılında Almanya, Yunanistan sayesinde nasıl pariteyi 1,18-1,14 dolar düzeyine kadar indirmeyi başardıysa, 2015 yılında da pariteyi 1,0456 dolara kadar düşürmeyi başardı. ABD’nin hamleleriyle, her ne kadar parite 1,10-1,15 dolara kadar yükseldiyse de, bugün yeniden 1,07 doların altında. Buna, Ağustos ayında Çin’in beklenmedik yuan devalüasyonu kararlarını eklediğinizde, ‘kirli kur savaşı’ 2016’da da devam edecek gibi gözüküyor.

2016 yılı enflasyon öngörüsü %7,5 ile 8,5 arasında

Çin ekonomisinin yavaşlamasının ve küresel ticaretteki zayıf seyrin sebep olduğu küresel emtia fiyatlarındaki bu derece dramatik gerilemeye rağmen, Türkiye’nin halen yüzde 7 ve üzerinde bir yıllıklandırılmış manşet enflasyonla mücadele ediyor olması da düşündürücü. Yukarıda sıraladığımız ve küresel ekonomide rakibimiz olan 56 ülke arasında, yıllıklandırılmış manşet enflasyonu Türkiye’nin üzerinde olan ülkeler yüzde 15,6 ile Rusya, yüzde 46,4 ile Ukrayna, yüzde 9,9 ile Brezilya, yüzde 68,5 ile Venezüella ve yüzde 9,7 ile Mısır. Bu ülkeler ve Türkiye hariç, 56 ülke arasında, yüzde 5 ile 7 arasında enflasyonu olan ülke sayısı da; yüzde 3 ile 5 arasında enflasyonu olan sayısı da aynı, sadece 3 ülke. Yüzde 2’in altında yıllık enflasyonu olan ülke sayısı 37. Bu noktada, Türkiye 2015 yılını yüzde 7,3 ile 7,8 arasında bir enflasyon ile bitirebilecek ise, 2016 yılı sonunda da Türkiye’nin yine enflasyonu yüzde 7,5 ile 8,5 arasında göğüsleyeceği düşünülüyor. Yani önümüzdeki kısa dönemde de, özellikle tarım ve gıda ürünleriyle ile ilgili fiyatlandırma sorunu aşılamaz ise, Türkiye’nin manşet ve çekirdek enflasyon sorunu, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın para politikasını yumuşatma ihtimalini de zayıflatacak.

Büyüme hızı hedefi

Türk ekonomisinin makroekonomik hedefleri açısından, Yüksek Planlama Kurulu’nda son şeklini aldıktan sonra kamuoyu ile paylaşılan ve 2016-2018 dönemini kapsayan Orta Vadeli Program (OVP)’deki kimi hedeflerin yeniden revize edilmesi de beklenmekte. Çünkü 2016-2018 OVP’sinde yer alan geleceğe dönük makroekonomik hedeflere baktığımızda, 2016 yılı için daha detaylı; ama 2017 ve 2018 hedefleri için daha az detaylı, bilhassa ‘hedefler daha iyimser olsun’ anlamında bir dokunuş kendisini hissettiriyor. Öncelikle, 2015 yılı büyüme beklentisinin yüzde 4’den yüzde 3’e çekilmesini doğal karşılamak gerekiyor. Bununla birlikte, 2015 yılını Türk ekonomisinin halen yüzde 3,3 ile 3,6 arasında bir GSYH reel büyümesi ile tamamlama ihtimali zayıf değil. Yeni ekonomi yönetimi, OVP’deki 2016 yılı büyüme hızı hedefini yüzde 4’den yüzde 4,5’e yükseltebilir.

2016 yılı büyüme hızının yükseltilmesi ise, 64. Hükümet’in ilk 100 gün programı ile doğrudan bağlantılı. Yeni Bakanlar Kurulu’nun ilk 100 günde gündeminde olacak kritik konulardan birisini, hane halkının ve reel sektörünün ekonomiye olan güvenini yeniden güçlendirmek ve perçinlemek oluşturuyor. Sadece 1 Kasım milletvekili genel seçimlerinden çıkan ‘4 yıllık tek başına iktidar’ sonucuyla dahi, tüketici güveni bir anda sıçradı. Bir yandan, Türk halkının çarşı-pazar boyutunda, ‘hayat pahalılığı’ ile ilgili algısını iyileştirecek, bir yandan da reel sektörün yeniden yatırımlara yönelmesini sağlayacak teşvik edici düzenlemelerin hayat bulması gerekiyor. Türk halkının ekonomiye olan güvenini arttıracak önlemlerin bir boyutu, hane halkının gelirini arttırıcı ve borç yükünü azaltıcı, seri olarak hayata geçirilebilecek tedbirlerden; bir başka boyutu da enflasyonun ‘boynunu kırarak’, enflasyonun yüksek seyretmesine sebep olan gerekçeleri ortadan kaldırmaktan geçiyor. Özel sektör yatırımlarının ve ihracatın finansmanı yönelik acil tedbirlerin hayata geçirilmesi de, Türk ekonomisinin büyüme hızına müspet yönde katkı sağlayacaktır.

Asgari ücret

Hane halkının ekonomiye duyduğu güveni perçinleyecek, çarşı-pazardaki alışverişi makul ölçüde canlandıracak tedbirlerin bir boyutu, hane halkının gelirini arttırmaktan geçiyor. Burada, çalışanların, emeklilerin, hatta eğitim gören gençlerinin gelirini düzeltmeye yönelik, ilk 100 günde atılabilecek adımlar var. Çalışanları ilgilendiren en kritik konu, asgari ücretin 1.300 TL’ye yükseltilmesi. Bu konu, sadece asgari ücretle sınırlı değil ve asgari ücretin üzerinde ücretle çalışan kesimler dâhil, tahmin edilenden daha büyük bir çalışan grubunu ilgilendiriyor. Bu nedenle, düşük gelirle çalışanların durumlarının yasal olarak daha düzenli hale getirilebilmesi, aynı zamanda işverenlerin istihdam maliyetlerinin de azaltılması adına, asgari ücretin yüzde 120’sine kadar maaş ödeyen işverenlerin SGK prim tutarlarının asgari ücretle aynı olmasına yönelik bir düzenleme yapılması, reel sektörde bu konu gündeme geldiğinden beri gözlenen tartışmaları yatıştırabilir.

Hiç şüphesiz, 7-8 milyon sabit ücretle çalışan kesimin ücretlerinde yüzde 15 ile 30 arasındaki iyileşmenin, hane halkı gelirleri açısından doping etkisi olabilir. Ancak, bu gelir artışının tümünün tüketim harcamalarına dönüşmesi, Türkiye’nin iyileştirmek zorunda olduğu tasarruf oranları açısından fırsatın kaçması demektir. Bu nedenle, çalışanların, kanuni düzenleme ile emeklilerin maaş ve ücretleri iyileştirildiğinde, ilk 100 günde tasarrufları özendirici önlemler de alınmak suretiyle, gelir artışının bir bölümünün tasarruflara yönelmesinin sağlanması yararlı olacaktır. Gençlerin ‘genel sağlık sigortası’ borçlarının silinmesi de, yine hane halkının sürece adaptasyonu açısından önemli. Bu tür yeni sistemler otururken, hane halkına çıkarılacak kabarık borçların sebep olabileceği moralsizlik de, ekonomik aktiviteyi etkiler. Keza, terörle mücadele eden emniyet mensuplarının özlük haklarında iyileştirme, er ve erbaşların harçlıklarının artırılması, muhtarlara zam, çiftçiye KDV desteği, esnafa vergi kolaylığı gibi adımlar da, yine hane halkının moralini yükselerek, ekonomik aktiviteyi olumlu yönde etkileyecektir. Taşeron işçilerin kadroya alınması konusunda ise, önceki hükümetler döneminde büyük ölçüde tamamlanmış çalışmanın ilk 100 günde hayat bulması da, yukarıdaki adımların tuzu, biberi olur.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, yaklaşık iki yıldır, Türkiye’de faizlerin yüksek olduğundan ne zaman söz etse, kimi çevreler garip bir tutumla, konuyu hep Merkez Bankası para politikası faiz oranına getirdiler ve ‘TCMB üzerinde siyasi baskı oluşturuluyor’ iddiaları ile konu ne yazık ki başka noktalara çekildi. Oysa, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bahsettiği husus, Türkiye’de reel sektörün, yatırım amaçlı ve işletme sermayesi amaçlı olarak, çok ağır bir maliyetle kaynak kullandığıydı. Bu nedenle, ilk 100 günde, reel sektörün finansman imkânlarının maliyetlerini aşağı çekecek tedbirler, kısmen kamu yükleri, kısmen de bankalarca uygulanan kimi harç ve giderlerde anlamlı indirimler yapılması gerekiyor. İlk 100 günün içinde, teşviklerin yeniden yapılandırılması adına atılacak adımlar ise, sonraki 300 ve 500 gün için anlamlı olacaktır. 64. Hükümet iyi bir tempo ile başlarsa, Türk perakende endüstrisinin de yüzünün daha fazla güleceği bir 2016 yılı görebiliriz.