Sebze Meyve Fiyatları ve Kalite Sorunları
22 Temmuz 2011
Mağazalarımızın lokomotifi meyve sebze kategorisidir. Bu gerçeği bütün meslektaşlarımız bilmekte ve bu konuya elden geldiğince daha fazla eğilmektedirler. Fiyatlandırma yaparken de; fiyat araştırmalarını dikkate alarak rekabetçi etiket fiyatlarını oluşturmaktadırlar. Yoksa, üretim yerinde ve şehir hallerinde fiyatların borsa ortamında oluştuğunu, ama perakende fiyatların başıboş bırakıldığını nasıl kabul edebiliriz?
Hal böyleyken, sektörün dışından bazı çatlak sesler; üretim yeri ile market fiyatlarının veya şehir halleri ile market fiyatlarının, hatta pazar ile marketler arasındaki farkların büyüklüğünü dillendirmektedirler.
Önce üretim yerindeki fiyat ile hal fiyatı arasındaki anormal farkı açıklayalım. Bir kere dünyanın maliyeti en yüksek taşıma sistemini biz kullanıyoruz. Nakliyede; ucuz olan denizyolundan ve raylı sistemden henüz taze ürünlerde faydalanamıyoruz. Tek seçenek olan karayolu taşımacılığındada dünyanın en pahalı akaryakıtını biz kullanıyoruz. Sebze meyve nakliye demektir, ürünün kendisinin ucuz olması yetmez.
Üstelik dağıtım kanalları olarak en fazla çeşide ve el değiştirmeye biz sahibiz. Bazı tarımsal pazarlama kitaplarında yer alan meyve sebze dağıtım kanalları, bizdeki uygulama gibi aktarılıyor. Yabancı kaynaktan alınan bu bilgiler gelişmiş ülkelere ait olup, bizde 6 çeşit değil, en az 15 değişik çeşit dağıtım kanalı mevcuttur.
Uzun yıllar bu işin ticaretini yapmış bir kişi olarak; üretim yerindeki halden, bahçeden veya tarladan aldığım ürünü hiçbir zaman işlemden geçirmeden merkeze sevkedemedim. Sebze meyvede ‘çıkma’ tabir ettiğimiz bir fire vardır. Zaman zaman yüzde 30’a kadar çıkan bir maliyet bindirir ürüne. O yüksek navlun bedeli ile de şehrin haline geldiğinde, zaten yüzde 50 binmiştir üzerine. Yani henüz halin kapısında…
Buna hal rüsumu, indirme hammaliyesi, daha sonra tekrar yükleme hammaliyesi ve şehir içi nakliyeyide ilave edersek, ancak marketin kapısına geliriz.
Bitti mi ? Market tezgâhına girdikten sonrada, müşteri ‘seçme’ işlemi esnasında ürünü hırpalayacağından, tekrar ‘çıkma’ ve fiyat indirimi devreye girecektir.
Elbette bu maliyetlerin hepsi perakende fiyatın şişmesine sebep olmaktadır.
Yoksa üreticiden 65 kuruşa çıkan sütü, 25 kuruşluk tetrapak kutuda, 15 kuruşluk nakliye, 10 kuruş paketleyici karı ve yüzde 8 KDV ilavesiyle 1.50 TL’ye satan market; konu sebze meyve olunca mı rekabetçi olmayı bırakacaktır?
Görüldüğü gibi ne halkı kazıklayan market var, ne de vicdansız kabzımal…
Fiyatların yüksek gerçekleşmesinin sebebi, üzerinde fazla durulmayan bu maliyetlerdir.
Üstelik gıda perakendecisi etiket fiyatını, sadece maliyete bakarak değil, yukardaki süt örneğinde olduğu gibi pazardaki rekabetçi fiyatlarada bakarak oluşturur.
İnanmayan, en büyük perakendecilerin meyve sebze fiyatları ile 10 şubeli yerel perakendecinin fiyatlarını karşılaştırsın. Farketmediğini göreceklerdir.
Peki kalite? Onu da sözle değil, eylemle açıklayayım. Ben meyve sebze alışverişimi ‘Mopaş’tan yapıyorum. Arkadaşlarım uyardı, ‘Çağrı’ya da bak dediler. O kaliteyi de çok beğendim. Eminim ki; yakınımda olsa, daha birçok alternatifim olacaktır. Çünkü artık devir “tüketici devri.” Hiçbir meslek erbabının, müşterisini diğerine kaptırma lüksü olamaz.
Bu bakımdan, fahiş fiyat uygulama şanslarıda yoktur.
Olaylara yüzeysel baktığımız bir diğer konu da; GDO’lu ürünlerin taşıdığı risklerdir. Bu konuda savunma durumunda olanlar; bu riskin sadece mısır, soya, pamuk ve kanola için geçerli olduğunu, domatesin masum olduğunu ifade ediyorlar.
Peki hormon ve ilaç kalıntıları riski ne olacaktır? Dikkati hep bir tarafa verip, aynı oranda riskli birçok başka konuyu ihmal etmekten vazgeçmeliyiz.
Evet, GDO’lu ürünler işaretlenmeli, hormon kullanımı ve ilaç kalıntılarının tesiri kontrol altına alınmalıdır. Bunların hiçbirisi diğerinden daha önemsiz sayılmamalıdır.
Genetik mühendislik ile laboratuvar ortamında bitkilerin ve hayvanların gen diziliminin değiştirilmesi, ya da kendi doğasında bulunmayan bambaşka bir karakter kazandırılması yoluyla elde edilen ürünlerdir GDO’lar.
Bu tip ürünlerden uzak durulması gerektiğini ve bu konuda birinci ürünün kanola yağı olduğunu defalarca yazdım. Kanola yağı, tabiatın bize bahşettiği bir bitkinin yağı değildir.
Genetik mühendisliğinin, sanayide kullanılan kolza bitkisinden elde ettiği yeni bir bitkinin yağıdır. Dünyanın en zehirli bitkisi olan kolzanın, zehirden arındırılması ve doymuş yağ oranının düşürülmesi ile ortaya çıkmış bir üründür. Kalbin dostu olduğu söyleniyor. Doğrudur. Peki, kanserojen etkisi ne olacak? İki riskten birisini engellemek yeterli mi?
İşte bilimsel tesbitler:
1-“ Kolza bitkisi, gıda yağ bitkilerinin içinde en fazla zehirli olanıdır.”
2-“ Genetik yapısı değiştirilerek, bitkide asit oranının düşmesi sağlanmıştır.”
3- “Bu şekliylede; genetik değişime uğramış bir tohumun sahip olduğu genel sakıncalara sahip olmuştur.” Herhangibir yoruma ihtiyaç olmadığını zannediyorum.
GDO’lu ürün üretiminde ABD birinci sırayı (62.5 milyon hektar alanla), Arjantin ikinci sırayı( 21 milyon hektar alanla), Brezilya üçüncü sırayı( 15.8 milyon hektar alanla), Kanada dördüncü sırayı( 7.6 milyon hektar alanla) almaktadır.
Tarımda ‘kendi kendine yeten’ nadir ülkelerden biri iken; bu özelliğimizi yitirdiğimizemi yanmalı, yoksa ithal ettiğimiz ürünlerdeki bu tehlikelere mi katlanmalı?
Çok net olan bu risklerin yanında, meyve sebzede diğer tehlike ilaç kalıntılarıdır. Yurt dışına ihraç edilen bazı sebze meyve çeşitlerinin, bu kalıntı yüzünden geri iade edildiği ve yurt içinde pazara sunulduğu konuları medyada yeteri kadar yer aldığı halde, fiyatlar kadar tartışılmamıştır.
Domates, patlıcan, patates, kabak, üzüm, elma ve kavunda hormon kullanımı olduğunu biliyoruz. Bununda kontrol altına alınması gerekir. Tarım Bakanlığı, bilimsel yöntemlerle yapacağı denetimlerle bu riski bertaraf edebilir.
Tek tek marketlerin bu konu ile mücadelesi mümkün değildir.